HER İLİŞKİ Mİ TOKSİK?

Sizi bilmiyorum, ama son zamanlarda bazı şeyler benim için nefes alınmaz bir hal aldı. Kendisine ilişki danışmanı hatta psikolog diyen birçok kişinin sosyal medya içeriklerine baktığımda ağzından dökülenler hep yıkıcılık üzerine.

Uzaklaş, sınır çiz, engelle…Kendini ön plana koy, başkasının derdini boş ver, iyileştirmek senin işin değil vs.vs.

Bir de ağızlara pelesenk olmuş bir tanımlama var; toksik ilişki

Evet, toksik ilişkiler de toksik insanlar da hayatın içinde hayatımızın içinde var. Ama ilişkiyi ya da karşımızdaki kişiyi doğru noktada mı toksik ilan ediyoruz bunu sorgulayan yok.

Bir iletişimin başlaması için çok temel bir adım vardır; “Merhaba” demek. Olur da bu merhaba’ya tepkisiz kalmayı tercih ederseniz ve ardından karşı taraf “Nasılsın?” diye sorarsa bunun adına hemen “Beni taciz ediyorsun” demek gibi bir ilişkiyi ya da kişiyi de kolayca toksik ilan ediyoruz.

Birçok insan ilişki yaşamak istiyor ama ilişki daha doğamadan onu baltalıyor. Taciz olarak adlandırılan basit bir “merhaba” daha filizlenemeden ölüyor, ama ilişki beklentisi ölmüyor.

Akıllara zarar verici bir paradoks.

Geçtiğimiz haftalarda bir dizide iki karakter ellerinde kahveleri sohbet ediyorlar. (Karakterlerin adı temsili olarak Ayşe ve Ali olsun)

Ayşe, yaşadığı ilişkideki sorunları arkadaşı Ali’ye anlatıyor. İsyan ede ede, şikayet ede ede, teşhis koya koya…

Ali dinliyor ve hafif alaycı bir tonda Ayşe’ye; “Hmmm, günümüzde ne deniyor bu tarz ilişkilere…Toksik ilişki mi?” diyor. Ayşe’de haklılığının desteklenmesinin gururuyla böbürlenerek; “Evet! Toksik ilişki” diye onaylıyor. Ali sözü devr alıyor ve “bizde buna tutku deniyor.” diyor.

Nazım Hikmet’in Piraye’ye yazdığı şiirler…Simone de Beauvoir’in Jean Paul Sartre’a yazdığı mektuplar…Franz Kafka ve Milena Jesenska aşkı…Ferhat ve Şirin, Leyla ile Mecnun…nicesi.

Bunlar çok uzak örnekler mi oldu?

40-45 yıl süren anne, babalarımızın, anneanne, babaannelerimizin evlilikleri…

Benim annem, babam 43 yıldır evliler. Yakın bir arkadaşımın da aynı şekilde. Şu an hayatta değiller, ama anlatırken anne, babasının aşkını anlatır durur.

Çok taze bir örnek vereyim; bir arkadaşımın dayısı 85 yaşında. Bir hafta önce eşini kaybetti. İkisi de doktordu ve tontiş amcamız eşinin son gününe kadar ona şiirler yazmış. Arkadaşım eşi vefat ettiği gün eşine yazdığı şiiri yolladı bana. Göz yaşlarımı tutamadım, şiire değil sevgiye, tutkuya ağladım.

Bu paylaştığım örnekler elbette mücadelesiz ilişkiler değildi. Her ilişkide olduğu gibi.. Belki de tahmin edemeyeceğimiz çok ağır fırtınalar yaşadılar.

Günümüz gözüyle bakarsak 40-45 yıl bir ilişki – evlilik BAĞIMLILIKTIR!

Tontiş amcamızın eşine şiirler yazması da takıntılı olmaktır. Hatta amcamız zayıf karakterli ya da kişilik bozukluğu olan biri bile ilan edilebilir. (Günümüz bakış açısına göre bir insana bir-üç-beş şiir yazarsın 40 küsür yıl yazmazsın- hiç normal değil bu amcamız)

Dizide Ali’nin dediği gibi…Biz buna aşk diyoruz, belki tutku diyoruz. Biz buna “SEVGİ” diyoruz.

Aşk ya da sevgi gelmeyeceğini, olmayacağını bile bile kalpte o bir kişiye mi yer vermektir, yoksa “Kimseyi bekleyemem ben” deyip kalpten kalbe gezmek midir?

Ben bu sorunun cevabını veremem, herkesin cevabı da tercihi de bireyseldir. Ama bildiğim şudur ki; çok ciddi anlam, anlamlandırma sorunumuz var ve gün geçtikçe daha da karmaşıklaşıyor. Yüreğimizin ya da sevgimizin yetmediği, olmadığı yerde hemen, güzel kılıflar buluyoruz kaçabilmek adına. Ne, nerede başlıyor ya da nerede bitiyor ayrımını yapamıyoruz. Sosyal medyada, orada burada adının önünde ilişki danışmanı, psikolog vb. yazan birçok kişinin verdiği her aklı uzman diye alıp yürüyor, kendi aklımızı ve kalbimizi susturuyoruz. Kendi aklımızı ve kalbimizi susturduğumuz gibi başkalarının da aklını ve kalbini susturuyoruz, ama görmezden gelerek ama yok sayarak ama etiketleyerek…

Kalbinizin sesini duyabilmeniz, kendi aklınızla iletişim kurabilmeniz dileğiyle…

Sevgiler,
Ayça Akın