SORUN BENDE Mİ?

Son 1,5 yılda çok acayip şeyler yaşadım. Bu acayipliklerin başında özel ve sosyal hayatımda insanlarla iletişim kuramamak vardı. Evet, bu benim gibi global bir medya ajansında kurumsal iletişim yöneticisi olan, alanı yine iletişim ve insan odaklı bir kuruluş (MindForm) sahibi olan biri için son derece tuhaf bir durum. Bu duruma sıkışmışlık ve insanlar arasında nefessiz kalma hissi eşlik etmeye başlayıp, başedemeyeceğim bir hal alınca, bunca insanla aynı şeyler oluyorsa sorun bende herhalde diyerek psikoloğa gittim. Hem iletişimci kimliğimden hem de lafları dolandırmayı sevmediğimden, işim gereği de sorunu tespit edebildiğimden konuyu ve sorunu net şekilde özetledim; ben insanlarla iletişim kuramıyorum. Bu benim konumumda biri için tuhaf bir durum demiştim, psikolog da tuhaf karşıladı ilk başta ve şu tepkiyi verdi; “Senin gibi biri mi iletişim kuramıyor?”

“Ben kendimi anlatmakta sorun yaşamıyorum, karşı taraftakine geçmiyor sözlerim…Duyulmuyor, görülmüyor gibiyim…” diye devam ettikten ve bazı şeyleri paylaştıktan sonra direkt sordum; bende mi sorun var?

“Hayır, hem bir uzman olarak hem de Ahmet olarak söylüyorum kendini gayet güzel ve net ifade eden, dinleten, dinlemesi çok keyifli birisin” dedi.

Bu seansın sonunda randevulaşmadık çünkü gerek görmedi. Yakın bir zamanda yine aynı sorundan tatsız bir olay patlayınca alelacele tekrar randevu aldım.

Biraraya gelir gelmez; “yok, ben de bir sorun var. 10 insanın 9’u da böyleyse sorun bendedir” dedim.

Seansın bundan sonraki kısmını paylaşmayacağım çünkü varoluşsal soru-cevap şeklinde ilerledi.

Seansın sonunda bana bir kitap önerdi. Kitap varoluşcu psikoterapi ve felsefe üzerine.

Kitabın adını ve formatını duyunca “Eyvah” dedim. Varoluş, psikoterapi ve felsefe. Belli ki üst akıl gerektiren, beyin açıcı, farkındalık artıran bir kitap. “Eyvah” dedim çünkü bir yerden sonra farkındalığı yüksek insanlarda farkındalığa hizmet edecek her bilgi acı verici olabiliyor. Kitabın biraz daha farkındalığımı artıracağından emindim bu da bana biraz daha acı demekti. Yazarın da benimle aynı şeyi düşündüğünü ilk cümlesinde görmek yüzüme tatlı bir tebessüm oturttu, içimde de bir şeyleri kıpırdattı.

Klinik psikolog, varoluşçu psikoterapist Ferhat Jak İçöz’ün kitabının ilk sayfalarında şöyle bir şey yazıyordu;

“Daha uyanık yaşadıkça çok çekici, reddetmesi zor, dayanılmaz bir hafifliğe kavuşuyoruz, ama aynı zamanda özgürleştikçe korkuyoruz, kaygılanıyoruz ve aynı hafiflik katlanılmaz bir hale de geliyor.

İnsanlık olarak insanı dışarıda bırakan ürkütücü bir yönde uzun zamandır ilerliyoruz. Bu benim naçizane görüşüm değil, kitabımın bir girişi olsun diye sığındığım bir klişe de değil. Gerçi klişeler iyidir, uzun zamandır ortada olan ama bir şekilde ürkütücü geldiği için küçümsediğimiz zorlu gerçekleri bize hatırlatabilirler.

Bu gidişat tabiri caizse mantığa tapmanın yolu. Bu gidişat, her birimize yaptıklarımızın değerini pragmatik sonuçları üzerinden yargılatan bir akım. Mutlu olduysak, çok para kazandıysak, kendimizi iyi hissettiysek, keyif aldıysak yapalım; sıkıntı mı veriyor, acı mı veriyor, yük mü oluyor, aman uzak duralım! Artık bir şeyler, mantıklı ise bizler için var. Soru; ‘olmak ya da olmamaktan’, olmaktan çıktı ‘mantıklı mı değil mi?’ haline geldi. ‘Sevgilim beni terk edeli 6 ay oldu onu hala çok özlüyorum ama bu hiç mantıklı değil, üç ayda geçmeliydi.’

Neyi unuttuk? Neyi dışarıda bıraktık? Kendimizi mantık dediğimiz canavarın standartlarına koşarken anlık deneyimlerimizi unuttuk. Anlık deneyimlerimizi önemsemez hale geldik. Anlık deneyimler deyince akla ulaşılması zor, derin bir tinsel an gelebilir. Ancak hiç öyle değil. Anlık deneyimler belli bir anda ne yaşıyorsak onlardır. Duygularımızı yanıltıcı diye yargılayıp bir kenara attık. Çok ısrarcı olanları da ilaçla unutturduk. Mantık, irade ve duygular bize pusulalık eden üç kol iken iradeyi mantığın hizmetine soktuk, duygular da en iyi ihtimalle hoş bir seda olarak bir kenarda kalakaldılar. Aslında unuttuğumuz, dışarıda bıraktığımız kendimiziz.

Friedrich Nietzsche’nin muhteşem bir sözü vardır; ‘İnsanı parçalara bölerseniz geriye sadece kötü bir koku kalır. Başarısızlığın kokusu.’ Kendimize makine gibi baktığımız her an kendimizi parçalara bölmüş oluruz.“

Bu cümleler üzerine saatlerce düşündüm.

Benim gibi mesleği iletişim olan bir insanı, “BEN İNSANLARLA İLETİŞİM KURAMIYORUM. SORUN BENDE OLMALI” diye isyanlı bir şekilde psikoloğa götüren neydi?

Ben son zamanlarda, “Sen ufak şeylerle mutlu olan biriydin, şimdi hiçbir şey seni mutlu etmiyor. Mutsuzsun.” cümlesini neden sık duyuyordum?

Sebep aramadan sevdiğim insanlara içimden geldiği an sadece “seni seviyorum” yazan mesajlar atan ben, uzun zamandır neden bunu yapmıyordum?

Ve daha nice soru döndü durdu aklımda.

Bende bir şeyler değişmişti!

Cevap Ferhat Jak’ın satırlarındaydı.

MANTIK denilen canavarın esiri olmuş, makineleşmiş insanlar bize kendimizi unutturuyorlar! Bana da olan buydu.

Psikoloğun ısrarla “sen de sorun yok.” demesine anlam verememiş, hatta beni motive etmeye çalışıyor işte diye bir de içimden yaftalamıştım. Şimdi anlıyorum!

Bu yazımdan sonra siz de kendinizi oturup, gözden geçirirsiniz belki. Eğer “SORUN BENDE OLMALI” cümlesini kurmaya başladıysanız ve kendinizi sıkışıp kalmış hissediyorsanız büyük ihtimalle size de kendinizi unutturdular – unutturuyorlar.

Kendinizi unutmakla kendinizi kaybetmek farklıdır. Kendini unutmak yolun başı. Uyarı işareti gibi. Benim gibi “sorun bende olmalı” cümlesiyle başlıyor ve sizi isyana kadar götüren bir sıkışmışlık, nefes alamama, insanlar arasında boğulma hissiyle kendini hissettiriyor.

Kendini kaybetmek ise biraz daha ilerlemiş, ağır bir durum. Yok oluş.

Unutmak ve kaybetmek…Dereceleri mantık abidelerine, kendilerini EN doğrusunu bildiklerini zanneden karar mercilerine ne kadar teslim olduğunuzla alakalı.

Bu MANTIK denilen o çok övündükleri şeyle başta kendilerini unutmuş olanlara maruz kaldıkça – malesef bunlardan çok olduğu için maruz kalmamak imkansız – bir süre sonra siz de kendinizi unutmaya başlıyorsunuz. Nöronlar aynalama yapmaya başlıyor. (işin bilimsel kısmı) Benim gibi bir şeylere cevap bulmak için adım atabilirseniz kendinizi unutmaktan kaybetmeye geçmeden tekrar kendinizle buluşabiliyorsunuz.

Psikiyatrist & akademisyen Dr. David R. Hawkin kendisinin ortaya çıkarttığı Bilinç Haritası ölçeğini anlattığı kitabında, 200 kalibrasyonun altında olan insanların düşük farkındalık seviyesine sahip insanlar olduğunu belirtiyor. Ve dünyanın %85’inin 200 kalibrasyonun altında olduğunu söylüyor.

İşin zor kısmı burada başlıyor. Bu %85 içinde olanlar mantık denilen şeye teslim olmuş, mantıklı olmak, doğruyu yapmak, hata yapmamak vb. adına duygularını ve ruhlarını hiçe saymış, öğretilmişlikleri kendi doğruları sanan insanlar. Ve eğer siz bir şekilde hayatınızın bir olayında, bir dinamiğinde onların düşük farkındalığına kapılırsanız yani onların düşük frekansına – enerjisine dahil olursanız kendinizi unutmaya başlar, onlarla “aynı”laşırsınız. Özünüz onlarınki gibi değildir. Zihininiz, kalbiniz bir şeylere “evet” derken dışarıdaki mantık canavarları “sen hatalısın”, “ama bu yanlış” sen şöylesin, sen böylesin, o böyle, bu böyle, şöyle yapmalısın, böyle yapmamalısın vb. cümlelerle senin yanlış ya da bir şeylerin yanlış veya doğrusunun o olduğuna inandırmaya başlar ve sen de şu soruyu sormaya başlarsın; ”SORUN BENDE Mİ?”

Bu yazımı okuduktan sonra sorun bakalım kendinize; Unuttuğunuz bir şeyler var mı? Neyi unutturdular size?

Sevgiler,
Ayça Akın