İNSANLAR FARKLI OLANI YAPMAKTAN NEDEN KORKAR?

Bugün “iyi ki”lerimi düşündüm. Sürüye ne kadar katıldığımı, dayatmalara ne kadar teslim olup olmadığımı sorguladım. Nerede cesur olup nerelerde olamadığıma, ne kadar “hayır” diyebildiğime baktım. Özgür olmanın ne olduğunu sorguladım, ne kadar özgür olduğumu sordum kendime. İnsanların “özgür” olduklarını sanıp “mutlu” rolünü oynamaları karşısında bir kez daha dehşete düştüm.

İnsanlar farklı olmaktan, farklı olanı yapmaktan neden korkar?

Üniversiteden mezun olduğumda bölüm başkanının bana söylediklerini anımsadım; “Dönem birincisi oldun, yeni açılacak olan güzel sanatlar fakültesinde burslu devam etme hakkı kazandın. Bu fırsatı iyi değerlendir” Tereeddütsüz “hayır” dedim. Ona ve çevreme göre hayatımın hatasını yapıyordum. Herkesin kolay kolay gidemeyeceği daha 20’li yaşlarında altlarında BMW’lerle okula gelen insanların okuduğu, “burada zenginler okuyabilir” mesajının her yerden buram buram okunduğu bir üniversiteden Kadir Has Üniversitesi’nin o meşhur, havalı Cibali kampüsünden ödülle mezun olmuş üstüne bir de bu üniversitenin GSF’sine parasız devam etme hakkını kazanmıştım. CV’im çok havalı olacak, bu havalı CV ile iş hayatımda istediğim pazarlığı yapabilecektim. Bunu tepmek aptallıktı. Ve ben birçoklarına göre aptallığın hasını yapıyordum.

Yüreğim…istemiyordu!

Yolun ne olduğunu bilmiyordum ama biliyordum ki yolum farklıydı benim. 2006 yılında çok az kişinin alabileceği yüksek bir maaşla ilk işime girdim. Daha yirmili yaşlarında, üniversiteden yeni mezun olmuş bir kadın…Sektöründe öncü, ünlü bir markada işe başlamıştım. Kendime ait bir odam, altımda çalışan elemanlarım, benim ağzımdan çıkanlara bağlı olan onlarca firma vardı. Ama ben mutlu değildim. İmkanlarım geniş, prestijim yüksekti ama ben bu genişliğin ve prestijin içinde daralıyor, küçülüyordum. Çok kez bırakmak istedim. Yine çevre baskısı girdi devreye; “bu imkanlar herkese nasip olmaz, aptal olma!” Zihnim tenis maçında gibiydi. Mutsuz olup bu konfordan vazgeçmemek mi, konfordan vazgeçip özgür, mutlu olmak mı? Bu mutsuzluğum ilişkilerime de yansımaya başlamıştı. Hayatıma giren hiçbir adama, onlarla yaşadığım hiçbir ana teslim olamıyordum. Çünkü o kariyerli kadına yakışır gibi davranmalıydım. Hayatıma giren her adam, yaşadığım her an da iş hayatımdaki o prestije uygun olmalıydı. Ağır başlı olmalıydım!

Liseden beri yazıyordum. Yazmak denilen şey nereden türedi bende bilmiyordum o zamanlar ama şimdi iyi biliyorum. Yazmak benim sığınağımdı. Her açtığım yeni word sayfası anlatamadıklarımı paylaştığım arkadaşlarımdı. Hem yazıyor hem okuyor, okudukça keşfediyor, keşfettikçe yazıyor ama daha da çıkmaza giriyordum. Çünkü fark ediyordum. Artık zihnimdeki bu tenis maçından yorulmuştum. Mutsuz olduğum işi bırakma kararı aldım. Planım yoktu, önümü göremiyordum ama yüreğim sadece “bırak” diyordu. Patronumun yanına gittim; “Ben işi bırakıyorum” Şaşırdı, çok şaşırdı ve tek bir cümle çıktı ağzından; “işi bırakırsan beni bitirirsin” Bu sefer vicdan dediğimiz şey girdi devreye! 8 yıl ekmek yediğim yere bunu yapamazdım. Bırakamadım, devam ettim! Ama artık işe, işim diye gitmiyor aldığım paranın vermem gereken karşılığı olarak bakıyordum. Bir süre sonra patronum o firmasını devretme kararı aldı. Yanıma geldi; “Ayça, seninle devam etmek istiyorlar. Maaşı konuşursunuz siz ama istediğin maaşı söyle vereceklerdir!” Tabii ki yine çevre baskısı girdi devreye bu teklif kaçarmıydı! Aptal olmamalıydım. Kararımı açıklama günü geldi; “HAYIR” dedim.Arkası ısrar kıyamet. Sonra yetiştirmem, işi öğretmem için yanıma insanlar gönderildi. Gelen bir hafta duruyor diğer hafta yeni biri geliyordu. Anlamakta zorlanıyordum nedenini ama çok da umrumda değildi artık. Biraz olsun özgür hissediyordum kendimi. Bir kere kafesimin kapısını aralamıştım, nefes alıyordum. O günlerde telefon geldi firmanın yeni sahiplerinden; “Ayça hanım, gelen herkes işi çok zor bulup yapamayacağını söyledi. Her türlü talebinizi kabul edeceğiz lütfen birlikte çalışalım”

Bir saniye bile düşünmedim o an çünkü artık biliyordum ki istediğim kesinlikle böyle bir çalışma hayatı değildi. Yine o kelime çıktı ağzımdan; “HAYIR”

Her şeyimi toparladım, vedalaştım. Ara ara “lütfen tekrar düşünün” mesajları aldım ama cevabım hep “hayır” oldu. Tabii bu süreç içinde yazmayı bırakmamıştım. İşime veda ettiğim o gün yazdıklarıma baktım; bir kitap olmuş! Yayınlama kararı aldım. Satar ya da satmaz böyle bir endişem olmadan bir hafta içinde yaptım sözleşmeyi. Mutluydum! “Yazmak” dedim…Benim yapmayı istediğim iş bu. O hafta bir telefon aldım, iş görüşmesine çağırıyor bir firma. Adını sordum, sadece global olduklarını görüşmeyi kabul edersem paylaşabileceklerini söylediler. Ettim, lakin kafama uymaz ise tereddüt etmeden “hayır” diyecektim. Gittim. Hayalim hep bir plaza ortamında özellikle de nedense Levent’de hep önünden geçerken “keşke burada çalışsam” dediğim o plazaydı. Sorun değildi sonuçta şu an koca bir plazaya gelmiştim iş görüşmesi için. Bir reklam ve medya ajansı. Katı kurallar yok, memurluk zihniyetiyle çalışmak yok. Böylece hem işimi yapabilir hem de kendimi kendi alanımda, yazarlıkta geliştirebilirdim. Ama bir sorun vardı, ben tasarımda devam etmek istemiyordum. Yine de kabul ettim. Hayallerimden biri gerçekleşmiş, o havalı plazalardan birinde işe başlamıştım ama aklım hala Levent’te ki o plazadaydı. Bu sırada ilk kitabım patlamış gazeteler röportaj için televizyonlar konuk olmam için arıyordu. Bu esnek çalışma ortamı beni daha da özgürleştirdi yazdıkça yazdım, yazdıkça yazdım. Bir gün bir mail geldi üstümden; “öğlen cafede buluşalım” Şaşırdım. Uyarı verecek olsa bir hatam yoktu, işten çıkarsa sebep yoktu. Düşündüm durdum ama benim bulabildiğim bir yanıt yoktu. Buluştuk. “Seni yazar kadrosuna alıyorum”, “Neee…Nasıl?” ,“Geçen gün şu konuya yazdığın cevap hem içeriği hem üslubunla beni çok etkiledi. Senin yerin kesinlikle yazarlık” Uçtum! Bir hayalim daha gerçek olmuştu. Artık grafik tasarım mesleğini tamamen bırakmış sevdiğim mesleği, yazarlık yapıyordum. Her geçen gün ruhumun daha da özgürleştiğini hissediyor, bu özgürlük ruhuma, hayatıma, cümlelerime, kalemime yansıyordu. İlişkilerim de düzelmiş, hayatıma giren her adamdan “sana hayranım” cümlesini duyar, buluşmalarımın her biri benim için de anlam bulur olmuştu. Mutluydum. 6 yıl sonra ajans Anadolu yakasına taşınma kararı aldı. Uzaktı, gitme şansım yoktu. Bu demek oluyordu ki, ya işi bırakmak zorunda kalacağım ya da evden çalışacağım. Bu sırada dört kitabımı da yayınlamış, yığınla televizyon programına katılmış, röportajlar vermiş, Hürriyet gazetesi, Boxer dergisi gibi yerlerde de köşe yazarlığı yapmış, birçok yeni insanla tanışmış bir de “Küresel Sosyal Farkındalık” ödülü almıştım. Üzülerek o maili attım; “Ben ya evden çalışayım ya da işi bırakacağım” İlk seçeneğe sıcak bakmayacaklarını biliyordum bu yüzden kendimi ikinci cevaba hazırlamıştım ki üstümden mail geldi; “seni kaybetmek istemiyoruz Levent’teki ajansa geçeceksin, haftaya orada başlıyorsun” “Levent miiii?” “Levent’de de mi ajansı varmış bizim grubun?” “Tamam, Levent’in neresinde bu ajans?”, “XXXX Cad. Plaza xxxx…”, “Plaza XXX miiii?” Biri şaka yapıyor olmalıydı ya da ben yanlış okuyordum. Tekrar dönüp okudum. Tekrar…tekrar…Bu yıllarca önünden geçerken “keşke” dediğim plaza değil miydi? Taa kendisi!

Bugün ben istediğim plazada istediğim mesleği yapıyorum;

Metin yazarı & Editör Ayça Akın

Belki o prestijli hayatım yok hatta o zamanki prestijli yaşamı sağlayan maaştan daha düşük maaşa çalışıyorum, altımda elemanlarım da yok ama mutluyum, özgürüm. İstediğim saatte işime gidiyor istediğim saatte çıkıyorum. Hiyerarşi yok! Memur kafasıyla çalışan iş arkadaşlarım yok! Kıyafet prosedürü yok, istediğimde spor ayakkabıyla işe gidebiliyorum. Gece mi gündüzüme katarak, tek düzeleşmiş, kurallara teslim olarak kuklaya dönmüş, zamana hapsolup yönetilen kafalarla çalışarak ruhumu öldürmem karşılığında çok para almak yerine daha az maaşla ruhu özgür, zamana hapsolmamış, her gün keşfeden bir insan olarak nefes alarak yaşıyorum.

Bunların hepsi tek bir şeyle oldu;

Dogmalara, el – aleme, dış seslere “hayır”deyip “aynı”lığa teslim olmak yerine yüreğimin sesini dinleyip kendi önümden çekilmekle.

Hayaller…Kendimize ait olan ama öğretilmişliklerle şekillendirdiğimiz şey!

Gerçekleşiyorlar, ama başkaları değil sen onları şekillendirdiğinde gerçekleşiyorlar.

Peki, özgürlük neydi?

Özgürlük, “hayır” diyebilmekti. İstediklerini yapmak değil, istemediklerini yapmamaktı.

Özgürlük, her şeyi kıstaslarını kimin belirlediği bilinmeyen “doğru” ya da “yanlış” denilen dayatma kavramlarının içine, illa bir mantığa oturtmaya çalışmamaktı.

Özgürlük, her şeyi anlamlandırmamak, her şeye bir neden aramadan sadece “yapmaktı”

“Aynı”lığın içinde özgür ve mutlu olamazdı insan, özgür ve mutlu olmak farklı olanı yapmaktı.

Paulo Coelho’nun dediği gibi;

“Arzular korkularla çelişir. Bugünlerde çoğu insan neredeyse tüm duygularının yerine korkuyu koyuyor. Herkesin hayalleri var ama çok az insan onları gerçekleştirebiliyor. Bu da biz geri kalanları korkak yapıyor.”

Sen de “iyi ki”lerini düşün. Dayatmalara, el – alem’lere, sürüye ne kadar teslim olup olmadığını sorgula. Nerede cesur olup nerelerde olamadığına, ne kadar “hayır” diyebildiğine bak ne kadar özgür olduğunu ya da olmadığını gör.

Kafesin kapısını bir kez araladın mı açmaman için hiçbir engel yok, kendinden başka!

Sevgilerimle,
Ayça Akın
Instagram | Twitter