ŞİMDİ BİR TERCİH YAPMALISIN!

Uzun zamandır laptop başına yazı yazmak için geçmemiştim. Bugün beni bu yazıyı yazmaya iten dürtü de yazının yolculuğunu biliyor olmam. Siz yazarsınız, kelimeler, cümleler kağıda geçtikten, yayınladıktan sonra o artık sizden çıkar ve sonsuz bir yolculuğa başlar, durduramazsınız. Sizin haberiniz olmadan dünyanın bir yerlerinde tanımadığınız insanlara, akıllara, kalplere ulaşır. O kişiler size ulaşırsa bundan haberiniz olur ulaşmaz ise olmaz, ama o hiç durmaz devam eder yolculuğuna tıpkı bir toz zerresini rüzgarın dünyanın her yerine taşıması gibi…

Belki bu yazıda söyleyeceklerimde geç olmadan birilerinin hayatında farkındalık yaratır, birileri kendilerine birtakım sorular sorar ve bir an önce silkelenip yaşamaya başlar. Belki ben yaşarken belki ben öldükten sonra…Dedim ya; yazı yazarından sonra da yaşar, o yolculuğuna hep devam eder.

Son zamanlarda dehşet verici bir akıl tutulmasına şahitlik ediyorum. 

Çalışma deliliği!

Çıldırmışcasına…Hayır hayır! Sanki bir şeylerden, kendinden, hayattan, yaşamaktan kaçarcasına.

Bunun yanı sıra sevinçle şahitlik ettiğim bir şey daha var. Bu akıl tutulmasından kendini kurtaranları da görüyorum.

Ben 2005 yılında üniversiteden mezun olduktan sonra çalışma hayatına hemen atılma şansını yaklayan şanslı kesimdendim. Grafik mezunu özellikle de dönem birincisi olan bir grafik mezunu olarak çabuk kapıldım sanırım.  Sudan yeni çıkmış bu yeni yetme mezuna sektöründe oldukça büyük olan bir firmadan teklif gelince “pişerim sonra ayrılırım” mantığıyla kabul ettim.  On yıl ayrılamadım. Anlaşmalar yapıldı. 2005 yılında bu zamanın 10 bin TL’si diyebileceğimiz bir rakam ve bana tahsis edilen genişçe havalı bir oda ile başladım işe. O yıllar için gerçekten çok ciddi bir ücret. Artık ben odama girdiğimde sabah kahvesi masasına gelen “başka bir arzunuz var mıydı?” diye önlük iliklenen, çıkarken kapısı kapatılan Ayça hanım’dım.

Bu rakam ve bana getireceği lüks hayatın bedelini nasıl ödeyeceğimi ilerleyen zamanlarda öğrenecektim tabii…

Yeni kurulan bir departman. Altımda pazarlamacım ve baskıcı olmak üzere iki de elemanım var. Yapacağım iş tasarımdan, üretime, teslimata her şeyden sorumlu olmak. İlk iş günümde yurt dışından getirtilen mühendisi ve beni henüz ambalajı bile üzerinde olan oda büyüklüğündeki dev makinenin olduğu yere götürdüler. Mühendis makineyi kurdu, bana da işverenim “Bunu çalıştır ve bizi kazandır” dedi.

Başladık. Pazarlamacı iyi çalışıyor. Deli gibi iş yağıyor. Ben sabah pc başına oturuyorum, pixel pixel tasarımı hazırlıyor, üretimi kontrol ediyor, müşterilerle iş revizyonlarını görüşüyorum. Ahtapot gibi kollarım her yere yetişiyor. Birkaç yıl böyle sürdükten sonra bende göz problemleri başladı. Daha 20’lerimdeyim. Masamda ufak ufak göz damlaları şişeleri birikmeye başladı. Bir süre sonra yıllık izine harici harddiskle çıkmaya başladım. Eğer sorumluluğu tek başınıza almışsanız ve size bu sorumluluğu almanız için de ciddi bir ücret ödeniyorsa her hatanın sorumlusu da siz oluyorsunuz. Başlı başına stres.

Tabii ki bu stresin ödülünü de aldım. Henüz yirmili yaşlarımda huzursuz bağırsak sendromuna yakalandım. Bugün 40 yaşımdayım hala o mirasları taşıyorum.

İnsanız benim de başına bazı kazalar geldi tabii. Kolumu kırmak gibi…İki gün evimde istirahate çekildim. Üretimi durdurdum fakat iki gün sonra harici hardiski kapımda, kendimi de alçılı bileğimle çalışırken buldum.

Tabii işin getirdiği stres, herkes gibi kişisel hayatımda yaşadığım diğer sorunlar duygusal ilişkilerime de yansımaya başlamıştı. Telefon ile konuşmaya bile zaman ayıramıyordum. Bir şeyleri yapamadıkça da öfkelerim artıyordu. Bu da öfke patlamalarına neden oluyordu.

Sonunda henüz 30’larında olan ben asabi yüksek tansiyon sahibi de olmuş ve o yaşta tansiyon ilacı da kullanmaya başlamıştım.

10 yılın sonunda artık göz sorunum ameliyatlık boyuta gelince istifa etmeye karar verdim.

Bana sunulan o rakam ve o rakamın bana yaşattığı lüks hayat karşılığında sağlığımı ve hayatımı elimden alıyordu.

İş verenime bu kararımı yanına giderek söyledim. “Beni bırakırsan beni bitirirsin” dedi.

Doğruydu da…Tek başına şirketi yürüten benin gitmesi her şeyin durması demekti.

Göz ameliyatımı oldum ve işime devam ettim.

Bir kere işimi bırakmanın niyetine girmiştim artık. Bir kişisel gelişimci olarak her zaman söylerim; bir şeyin niyetine girince bir şekilde niyetinize giden yol karşınıza çıkıyor.

İşverenim bir gün beni yanına çağırdı makineyi satacağını söyledi. İşler çok iyiydi, bu kararı neden aldığını merak etmiştim ama sorgulamadım sadece sevinmiştim ki ikinci haberle kısa bir şok yaşadım. Makineyi alan kişi çalıştığım müşterilerimden biriydi ve benimle çalışmak istiyordu. Maaş tabii ki tahmin edersiniz ki daha fazla olacaktı. Çünkü gideceğim mesafe de fazla olacaktı.

Daha fazla paraya daha fazla kölelik. Daha fazla paraya karşılık daha fazla sağlığım ve hayatım.

Psikolojik baskılar başladı.

Ama benim artık bu çılgınlığı ne kadar konforlu yaşıyor olsam da devam ettirmem mümkün değildi.

Kabul etmedim. İşi yeni elemanlara öğretmem için yeni adaylar geldi. İş zor, gelen durmadı. Onlar durmadıkça işin yine bana kaldığını fark ettim. Artık şirkete gelmeyeceğimi belirttim.

Sonra ne oldu inanın hiç bilmiyorum.

Ben masamı topladım, son işlediğim verileri ctrl + save yaptım bilgisayarımı kapattım ve filmlerdeki gibi karton bir kutuya eşyalarımı koydum. Arkadaşlarımla vedalaştım ve kapıdan “Kendinize iyi bakın Ayça hanım” yani yine Ayça hanım olarak çıktım.

Telefonlarım, mesajlar, mailler bir süre susmadı. Açmadım, bakmadım, yanıtlamadım.

Ben o gün son kez Ayça hanım oldum ve “hanım” olmanın o gereksiz ağırlığını o gün o kapıdan çıkarken bıraktım.

İşten ayrılma hazırlığında olduğum son hafta şu an esnek çalıştığım global firmadan teklif almıştım. Az önce de dedim ya siz bir şeyin niyetine girince bir şekilde yol açılıyor. Evet firma dünya deviydi, ama benim artık yüksek rakamlar karşılığında zamanımı da hayatımı da vermeye, “Ayça hanım” olmaya niyetim yoktu.

Standartlarımı düşürdüm bu doğru ama kendimi, ruhumu, hayatımı kazandım. Standartım belki eskiye nazaran düşük ama iş yüküm de düşük. Hani derler ya; “kafam rahat”. Yazılarıma, danışanlarıma, kitaplarıma, okumaya, sevdiklerime, yaşamaya ayırabileceğim zamanım var.

Birkaç arkadaşım da bu çılgın hayatı bırakıp daha düşük standartlı bir hayata geçti. Ama çoğu hala bu çılgınlığın içinde.

Para denilen şeyin gereğinden fazla olduğu zaman aslında mutluluk, yaşam, varoluş değil kölelik getirdiğini onlar da fark etti.

“Daha…”nın peşinden koşmanın nasıl da insanları yarış atına döndürdüğünü onlar da gördü.

Onların da ağzında aynı cümle “belki aynı konforum yok ama kafam rahat, sevdiklerime, yaşamaya zaman ayırabiliyorum”

Kendinden kaçmanın da yeni kılıfı; çok çalışmak! Bunun bir üst kılıfı daha var; “Ben işimi, çalışmayı seviyorum. Böyle mutluyum.”

Ne yaman çelişkidir ki zaman bulamamaktan, yorgunluktan, hayatın acımasızlığından hatta hayattan en çok şikayet edenler, tahammülsüz olanlar da bu mutlu olanlardır.

Sosyal medyada laptop fotoğraflarıyla bir Starbucks kahvesi fotoğrafı ve yanında bir not; “yine yoğun bir gün”

Yaşarken ölmenin, “en köle benim”, “en hızlı koşan yarış atı, tekerlekte en hızlı dönen hamster faresi benim”in gösterişli ilanı.

Her şey tercih meselesi.

Elbette ki para hepimizin yaşamlarını sürdürebilmesi, varolabilmemiz için çok gerekli. Bunu inkar edemeyiz. Ama gereğinden fazlası hayatları elden alıyor ve kimse bunu fark etmiyor.

Aslında ediyor. Sağlık elden gidince, o son viraja girilince “keşke”ler sarıyor dilleri…

Ben bugüne kadar kimsenin işinin o son virajda hayatını kurtardığını ya da o son virajda işinin yanında olduğunu görmedim. Olduysa sevdikleri oldu, güzel yaşanmışlıkları oldu.

Bilmem kaç ay ya da yıl girilerek alınan evler, arabalar, yapılan tatiller, alınan koltuk takımları, “en iyi…” için sağlığından olacak, hayatını verecek, yaşarken ölecek kadar kendini çalışmaya verenler, toplantıdan toplantıya koşmayı meziyet sananlar kalıcı iyi bir yaşama yaşarken de kavuşamıyor. İleride rahat ederim diye gecelerini gündüzlerine katıp biriktirdikleri paralar hatta evler, arabalar gün geliyor sağlıklarını kurtarabilmek için doktorlara, tedavilere, ilaçlara gidiyor.

Yaşarken yaşamalı insan. Tekerlekte dönen hamster fareleri, hipodromda koşan yarış atları gibi değil.

Bir kere tanımlanmış bu yaşam hakkını tadına vara vara yaşamalı. Yaşamı sadece çılgınca çalışmak boyutuna indirgemek akıl tutulmasıdır.

“Daha…”, “en iyi…” hırsından acilen kurtulmalı.

Ben yıllardır gerçekten ihtiyacım olan dışında eşya da almıyorum kıyafette. Marka denilen şeyi bırakalı yıllar oldu. Ölmedim, ölmüyorum. Aksine daha nitelikli daha da doyumlu yaşıyorum.

Hani derler ya; “az mutluluktur.”

Az mutluluktur. Çünkü az olmak özgürlüktür. Yüksüz olmaktır.  Olanın tam olmasıdır. Hakkıyla olmasıdır. Tam lezzetiyle olmasıdır.

Tercih yapmalı insan.

Gereğinden fazla olanın kölesi olmak mı yoksa hayatım mı?

Ve o hayat konfor, lüks uğruna yalnızlaşarak mı bitmeli yoksa sevdiklerimle doya doya olarak mı?

İnsan yaşamak için acele etmeli. En fazla ben yarış atı olacağım diye değil.

ŞİMDİ tam ŞU ANDA bir tercih yapmalı insan. Çünkü tercih yapmadığı her gün hayatından gidiyor! Ve hayat geç kalanları hiç affetmiyor.

Sevgiler,
Ayça Akın