“Bireysel sınırlarım” cümlesi son dönemin en moda kalkanı. Kulağa güçlü geliyor ama aslında çoğu zaman bir kaçış. İnsan yakınlaşmayı, kırılmayı, hatta kırmayı göze almadan nasıl bağ kurabilir ki? Bir duvarın ardına saklanarak “benim sınırlarım var, yaklaşma” demek, cesurca bir yaşam biçimi değil, tam tersine korkunun parlatılmış hali.
Evet, herkesin kendine dair alanı olmalı. Ama sürekli sınır çizmek ilişkiyi duvara toslatmak değil midir? Yakınlık dediğin şey biraz ihlalden, biraz riskten, biraz da göze almaktan doğar. Hepimiz “sınırlarım var” diyerek geri çekilirsek ya da itersek birbirimize nasıl dokunacağız?
Bu bireysel sınır çılgınlığını kutsayanlara soruyorum: Yaşamak dediğin şey sadece güvenlik alanı çizmek mi? Yoksa biraz da yan yana sıkışmak, karışmak, dağılmak, yeniden toparlanmak değil mi? Sınırlarını bayrak gibi sallayanlar güçlü değil sadece korkak. Çünkü gerçek cesaret, sınırını korurken bile diğerine yaklaşabilmek diğeriyle karışabilmektir.
Sınır dediğin şey ölçüsüzce çizildiğinde aslında hem iletişimi hem de insanı ruhen öldüren bir hendek kazmaya dönüşüyor. İnsanlar kendini “duygusal kale”ye kapatıyor, sonra da “neden kimse samimi değil ya da yanımda değil” diye hayıflanıyor. Halbuki sınır hayatının içine kimsenin adım atamayacağı dikenli tel değil sadece “buraya kadar” diyebileceğin istenilirse esnetilebilen sağlıklı bir çizgi.
Nerede çizmeli?
Sömürülüyorsan, manipüle ediliyorsan, değersiz hissettiriliyorsan, yok sayılıyorsan orada çizersin. Ama sırf yakınlık seni ürkütüyor diye her adımda “bireysel sınırlarım” diye geri çekilmek sınır değil, kılıflanmış kaçıştır.
Bir de en ufak şeyi “sınırlarımı aşıyor” diye etiketleyenler var. Kahvesi yanlış, şekerli geldiğinde bile “sınırlarıma saygı duymuyorsunuz” diye parlayanlar, bir şaka yapıldığında hemen “sınırım ihlal edildi” diye köpürenler… Bunlar aslında sınır değil, bunlar sınır çizmiyor bahane üretiyorlar. Çünkü her şey sınır ihlali değildir. Bazen sadece insanca temas, sadece iletişim, sadece samimiyet vardır. Ama onlar en ufak şeyden sinirlenebilmek, insan silebilmek, sahip olmadıkları değerlere kılıf bulmak için “sınır” kalkanını öne sürüyorlar. Bu da bir özgürlük belirtisi değil tam tersine tutsaklık. Çünkü sürekli tetikte yaşamak kendi duvarlarına zincirlenmek demektir.
Şu noktayı da atlamayalım: “Bireysel sınırlarım” adı altında insanlar aslında alt metinde kendilerine saygı duyulmasını talep ediyor. Zorla dayatılan bir talep bu. Karşınızdaki insansa ve size gerçekten değer veriyorsa, değerleri varsa saygıyı zaten doğallığında gösterecektir. Sizin sınır çizmenize, bunu dillendirmenize gerek kalmaz.
Acaba şüpheniz karşınızdakinden değil de kendinizden mi?
Kendinizi saygı duyulacak biri olarak görmüyorsunuz da bunu başkalarından zorla talep etme adeta etrafa dikte eder gibi ilan etme ihtiyacı hissediyorsunuz?
Yakınlaşmadan, risk almadan yaşanan bir hayat hapishanede yaşamaktan farksızdır. Ve biz, bu dünyada sadece bir kez yaşıyoruz. Kendini sürekli koruma refleksiyle yaşayan, hiç açılmayan, hiç karışmayan insan aslında yaşamıyor sadece nefes alıyor. Ben bireysel sınır çizmeyi kendi adıma saçma buluyor, çok extrem durumlar olmadığı sürece böyle bir şeye gerek duymuyorum.
Sınırlar ölçüsüzce genişletilirse önce duvara sonra da yalnızlığa dönüşür. Hiç çizilmezse sömürüye. Ama her şeyde “Benim bireysel sınırlarım”, “Sınırlarım ihlal ediliyor/edildi.” diye titreyenlerin hayatı ne gerçek bir yakınlık barındırır ne de gerçek bir özgürlük. Özgürlük, korkudan korunmuş steril alanlarda değil yan yana gelişlerde bazen de sınırların esneyip insana karıştığın yerlerdedir. Yaşam da oralardadır.
Sınırlarınızı özenle çizip etrafınıza teller ördüğünüz sürece hayat geçip gidecek. Ama merak etmeyin komşunuzun kedisi bile size saygı gösterecek.
Sınırları aşılmamış, güvenli, konforlu ve bir o kadar da duvar arkası, yalnız, samimiyetsiz insanlarla çevirili bir hayat sizi bekliyor! Tadını çıkarın, ne kadar çıkarsa artık.
Sevgiler,
Ayça Akın
aycaakin.com | mindform.com.tr
