İnsanlar affetme konusunda inanılmaz katılar.
“Affetmem”
Bu kadar net, bu kadar keskin.
Aylarca, bazen yıllarca susarak cezalandırırlar. Yok sayarak, aynı tonda karşılık vererek, soğuk davranarak… Kelimelerle değil yokluklarıyla intikam alırlar. Bir telefon etmemek, mesajlara cevap vermemek bile güç, zafer gösterisine dönüşür onlar için.
Sanki affederlerse zayıf düşecekler, sanki kalplerinin yumuşaması bir yenilgi olacak.
“Bana bunu yaptı, ben asla affetmem.”
Bu cümle kulağa mağduriyet gibi gelir ama aslında içinde bir hüküm vardır:
“Ben ondan daha iyiyim. O benim yaptığım şeyi hak etmiyor.”
İnsan affetmekten korkar. Çünkü affetmek kontrolü bırakmaktır. Yıllardır zihninde büyüttüğün o “haklılık tahtı”nı yıkmak demektir.
Oysa farkında değiller, affetmedikleri her gün o acıyı yeniden giyiyorlar. Kendilerini her sabah aynı hapishaneye hapsediyorlar; “Ben hâlâ öfkeliyim.”
“Bana bunu yaptı” diyerek beslediğin öfkenin seni koruduğunu sanırsın. Oysa o öfke seni hayatta tutmaz sadece yaşamdan koparır. Affedememek bir dirençtir ama direndiğin kişi karşındaki değildir, kendinsindir.
Affedemediğin her hikâye aslında kendine yönelttiğin bir cezadır. “Ben nasıl buna izin verdim?” diye için için suçladığın yerlerin yankısıdır.
Aslında affedemiyorsan aslında kendini affetmeyi bilmiyorsundur.
Canının acıdığını, incindiğini söylüyorsun. Ama asıl mesele acı değil.
Affedememek çoğu zaman kibirle ilgilidir.
Evet, yanlış okumadın.
“Beni bu hale getirdi, beni incitti, üzdü, asla affetmem,” derken farkında olmadan Tanrı’nın yerine geçersin. Bir yargıç gibi hüküm verirsin; “O, bu affı hak etmiyor.”
Bu, incinmiş egonun en parlak maskesidir. Bu, mağduriyetin içine gizlenmiş bir üstünlük hâlidir. Modern psikoloji buna gizli narsisizm der. Açık narsist “ben mükemmelim” der, gizli narsist ise “bana bunu yapmaya nasıl cüret etti?” der. Birincisi kendini yüceltir, ikincisi acısına tapar. İkisi de merkezde aynı şeyi sıkıca tutar: ben
Affedememek bir çeşit kontrol ilüzyonudur. “Ben”in bir savunma mekanizmasıdır. Geçmişte yaşananları kontrol edemediğin için o anı zihninde dondurursun. “Affetmemek” o anı yeniden oynatma hakkını sana verir. Bir nevi psikolojik güvenlik alanı yaratır çünkü o öfke seni tanımlar. Acı çektiğin sürece “haklısındır.” Ama affettiğin anda o haklılık çözülür, kimliğin, duvarların sarsılır.
Affetmek olanın enerjisini serbest bırakmaktır. Bu olanı onaylamak değil, kendini artık “kurban” rolünden çıkarmaktır.
Kendine dürüst ol; belki de affetmemek seni güçlü hissettirdi. Çünkü kırılmış, üzgün hissetmek yerine öfkeli olmak ve suçlamak daha kolaydır. Öfke çaresizlik hissini bastırır. Ama öfke geçince altında hâlâ o çocuk kalır; sevilmek, anlaşılmak isteyen çocuk.
Affetmek o çocuğu yeniden görmek demektir. Ona “bu acıyı taşımana gerek yok” diyebilmektir.
Gerçek güç orada başlar. Ne intikamda, ne haklılıkta, ne affetmemekte. Gerçek güç duygusal özgürlüktedir.
İşte bu yüzden affetmekten korkarsın. Çünkü affetmek demek kendini yeniden görmek demektir.
Artık “kırılmış kişi” değil, “sorumluluğu eline alan kişi” olman gerekir. Ve çoğu insan buna hazır değildir.
Zihin affetmemeyi bir çeşit kontrol ilüzyonu, güç olarak kullanır. Geçmişteki sahneyi zihninde tutarak hâlâ yönetiyormuşsun gibi hissedersin. Ama o sahne çoktan kapanmıştır, sen ise hala o sahnenin hayaletine tutunuyorsun. Ve o hayalet her gün biraz daha yaşam enerjini emiyor.
Freud’un dediği gibi: “Ego incinmekten çok haklılığını kaybetmekten korkar.”
Affetmemek tam da budur, haklılık zırhını sırtında taşımaktır. Zırh ağırdır ama çıplak kalmaktan daha güvenli gelir. Oysa o zırh seni yaşamdan, sevgiden, insandan ve Tanrı’dan izole eder.
Spiritüel düzeyde affetmek, haklılık yarışından çekilmektir.
Tasavvufun diliyle kalbi arındırmaktır. Çünkü kir, kirliliği tutar. Arınmamış kalp de öfkeyi.
Kalbinin öz doğasında arınmışlık ve özgürlük vardır. Sen affedemediğin sürece o saf hale dönemezsin.
“Affetmek” kelime olarak bile üstten bir tavır taşır. Bir tür yücelik hissiyle söylenir; “Ben seni affettim.”
Sanki üstün bir varlık ya da yargıç karşısındakine bağışlama – bağışlanma bahşediyormuş gibi.
Gerçek dönüşüm “affetmek” değil, serbest bırakmaktır. Yani geçmişi, olanı, kişiyi değil kendi zihnindeki bağı çözmektir. Bu yüzden belki de “affetmek” yerine “özgürleşmek” demeliyiz. Çünkü affetmek yukarıdan bir el uzatmaksa, özgürleşmek içeriden bir zinciri kırmaktır.
Affetmek olanı onaylamak değildir. Olanı artık taşımamaktır.
Geçmişin enerjisini serbest bırakmaktır. Kendine “artık bu acıyı, duygusal yükü taşımayacağım” diyebilmektir.
Affetmek bir merhamet değil bir özgürlük eylemidir. Karşındakine değil, kendi zihnin tutsağına “artık yeter” demektir.
Dar bakış açın seni “haklılık tuzağına” düşürür: “Ben haklıydım, o haksızdı.”
Evet, belki öyleydi.
Ama sıkıca tutunduğun bu haklılık seni özgürleştiriyor mu? Yoksa her düşündüğünde/hatırladığında seni yönetiyor mu?
Affetmek bir büyüklük değil bir olgunluk eşiğidir. “Artık kurban değilim, artık tanığım,” diyebilmektir. Haklıyım-haksız savaşından vazgeçip, duygusal ve ruhsal özgürlüğü seçmektir.
Kendine sor:
Affetmezsen ne kazanacaksın?
Affedersen hangi zincirlerinden kurtulacaksın?
Mesele “affetmeye çalışmak” değil artık taşımayı bırakmak.
Ve unutma…
Sessiz kalmak bir güç gösterisi değildir.
Küs kalmak, yok saymak, görmezden gelmek bir intikam şekli gibi görünse de içsel yorgunluğun maskesidir.
Sen affetmediğin sürece o kişi değil, sen yaşamıyorsun.
Çünkü affetmemek “ben bitmedim”, “bu hikaye bitmedi” diyerek güç gösterisi yaparak içsel savaşa devam etmektir ama serbest bırakmak, “artık bu hikâyede kalmak istemiyorum” diyebilmektir.
Ve işte o anda ilk kez gerçekten özgürleşirsin.
Sevgiler,
Ayça Akın
aycaakin.com | mindform.com.tr