Hani “seni mi / onu mu çekeceğim” deyip insan silmekten, engellemekten böbürleniyorsunuz ya…
Hani “bireysel sınırlarım” deyip duvarlarınızın ardından ilişki yaşıyorsunuz ya…
Hani “bana yaptıklarını affetmeyeceğim” deyip, aylarca hatta yıllarca sevgisizlik, nefret büyütüyorsunuz ya…
Hani “ben aramam, o arasın, o yapsın, o …” deyip hep bekliyorsunuz ya…
Hani “susmak da cevaptır, anlayana” deyip susuyorsunuz ya…
Bir gün hepiniz elden ayaktan düşecek, hastane kapılarıyla tanışacaksınız. İşte o zaman telefonlarınız çalmadığında, bir mesaj atanınız, hastane odanıza, evinize gelen ziyaretçileriniz, nasıl olduğunuzu merak ettiği için arayanınız, moraliniz düzelsin diye işini gücünü bırakıp sizinle kahve içmeye gelenleriniz, siz gülümseyin diye whatsapp’ınıza komik videolar atan, kafam dağılsın diye saçmalamak için birilerini aradığınızda müsait olan kimse olmadığında kısaca en mutsuz, güçsüz, kendinize yetemediğiniz anda yalnız kaldığınızı gördüğünüzde anlayacaksınız ne yaptığınızı.
“Bireysel sınır” adı altında ördüğünüz taş duvarların aslında sizi zamanla ne kadar yalnızlaştırdığını o zaman anlayacaksınız.
“Seni mi çekeceğim” deyip eliniz titremeden bastığınız engel tuşunun aslında sizin geleceğinizi nasıl engellediğini o zaman anlayacaksınız.
“Bana yaptıklarını affetmeyeceğim” diyerek büyüttüğünüz sevgisizliğin, nefretin size nasıl geri döndüğünü o zaman anlayacaksınız.
“Ben aramam, o arasın, o yapsın, o …” deyip hep beklediğiniz, hep aldığınız insanlara verecek bir şey bırakmadığınızı o zaman anlayacaksınız.
“Susmak da cevaptır, anlayana” deyip kaçışlarınıza uydurduğunuz kılıfın insanlara söyleyecek sözler bırakmadığını o zaman anlayacaksınız.
Dostlara ihtiyacınız olduğunu, ama kendi elinizle nasıl dostsuz kaldığınızı o zaman anlayacaksınız.
Bir hafta önce benim başıma gelen görünmez kazada bir kez daha anladım ben ne güzel dostlar biriktirdiğimi. Yine evim çiçek bahçesine döndü, telefonlarım, dm, whatsapp mesajlarım susmadı, her gün evime gelenlerim oldu. Arkadaşlarım, dostlarım, takipçilerim…
İnsanların çoğu şunu anlamıyor, anlamak istemiyor. Bu insanların çoğu tanıdıklarım olmasına rağmen yüzyüze görüşmüşlüğümüz hayat mücadelesinden dolayı çok yoktur. Ama mesele yüzyüze görüşmek değildir.
Mesele, dinlemektir. Ne dediğini değil ne demek istediğini duymaktır.
Mesele, sorunları konuşabilmektir. “Seninle uğraşamam” deyip kesip atmamaktır. Bin kez de olsa bin kez konuşmaktır.
Mesele, “şu an müsait değilim” deyip müsait zamanda dönmektir. Önemsemektir.
Mesele, zaman bulmak değil zaman yaratmaktır.
Mesele, “seni seviyorum” demek için özel bir gün ya da sebep beklemek değildir mesele içinden geliyorsa söylemektir.
Mesele, bağıra bağıra da olsa tartışmaktır bazen kırılmaktır ama asla o telefonu ulaşılamaz yapmamaktır.
Mesele, hata yaptığında “hatalıydım, özür dilerim” diyebilmektir. Uzatılan o eli geri çevirmemektir.
Mesele, yok saymamaktır. Her şeyden önce karşındakine “insan” olduğu için saygı duymaktır.
Suçlamak ve atmak en kolayı. Mesele, anlamaktır.
Mesele, her şey bitse de insani boyutta bir “merhaba”yı esirgmemek, bir “merhaba”yı vermektir, almaktır.
Bugün insanlara gösterdiğiniz saygı, verdiğiniz değer yarın sizin kötü günlerinizde kullanacağınız avansınız olacak. İşte o zaman anlayacaksınız siz onlara değer vermek ve saygı göstermekle aslında kendinize değer vermiş ve saygı göstermişsiniz.
Hani değerler ya “az insan çok huzur”
Doğrudur bu.
İşte o az olana kibirsiz, saygıyla, yürekle sahip çıkmak mesele.
En mutsuz, güçsüz, kendinize yetemediğiniz anda anlayacaksınız aslında o azın ne kadar çok olduğunu.
Meseleyi geç olmadan anlamanız dileğiyle…