Uzun zamandır yazma işinin içindeyim. Bir süredir elim laptobun tuşlarına gitmiyordu yazmak için. Sebebini bulmak için içime döndüğümde çok yorgun olduğumu fark ettim.
Yorgunum…İnsanların olumsuzluğundan çok yorulmuşum.
Yaşadığımız asrın felaketi bende bu yorgunluğun gün yüzüne çıkmasına ve bu yazıyı yazmama sebep oldu.
Ben depremin ardından sosyal medya hesaplarımdan bir – iki gün yardım destek paylaşımları yaptım ve ardından paylaşımlarımı bilerek kestim, sosyal medyadan uzaklaştım ve bir süre sonra motive edici, iç ısıtıcı paylaşımlarıma sık olmadan devam ettim ve 14 Şubat Sevgililer Gününde paylaştığım “SEVGİYİ BULAŞTIRMALIYIZ” postumla normal hayatıma döndüm. Çünkü anksiyete sahibi bir olarak korumam gereken bir ruh sağlığım, çalışma hayatım olduğu için günlük sorumluluklarım vardı.
DM kutum hakaret mesajları ile doldu.
Cevap vermedim fakat acıya, destek olma, duyarlı olma anlayışımıza bir kez daha baktım.
Çağımız dijital çağ…Bir veri paylaşıldıktan sonra ciddi paralar verip sildirtmediğiniz sürece silinmiyor. Paylaşıma konu olan kişilerin ileride görebileceğini, psikolojilerini düşünmeden arka fona acıklı müzikler koyup enkaz altından çıkarılan çocuk görüntülerini paylaşarak duyarlı olduğumuzu, destek olduğumuzu zannediyoruz.
Birilerine yardım yaptığımızda o kişilerin yoksulluklarını görüntüleyip, paylaşarak duyarlı olduğumuzu, destek olduğumuzu zannediyoruz.
Bir olay karşısında bilgimiz olan/olmayan her gündem konusunda sosyal medyada akıl hocalığına bürününce duyarlı olduğumuzu, destek olduğumuzu zannediyoruz.
Kimileri acısını yüksek tondan yaşarken kimileri acısını sessizce yaşar. Bu çok bireysel bir durumdur. Acıyı aynı tonda yaşamayanları tukaka ilan edince duyarlı olduğumuzu zannediyoruz.
Acıya ortak veya duyarlı olmak konusunda büyük yanlış içindeyiz.
Birileriyle ne kadar çok ağlarsak o kadar duyarlı olduğumuzu zannediyoruz. Oysa başkasının acısına “duyarlı” olmakla başkasının acısını “içselleştirmek” çok başka boyutlar. Biri, sizi “insan” yapar diğeri ise anksiyetenizi, kronik rahatsızlıklarınızı vb. tetikleyerek hasta yapar. Sürekli(!) acıdan konuşmak, “ah vah” demek sizi “destekçi” yapmadığı gibi acısı olanı acıda tutar, acısını katlar. Ve bu acısı olana yapılan en büyük kötülüktür bana göre.
Öğretilmiş zihinler, an’da olamama, kalıplar…
İlişkilerimiz, tepkilerimiz, duygularımız bile öğretilmişliklerimizle şekilleniyor.
Birçok insanın bireysel hayatlarında negatife odaklı olmasının nedeni etrafında (ailesinde, arkadaş çevresinde vb.) olumlu bakan/gören, yapıcı kişilerin olmaması.
Olumsuz bakmak meziyet, olumlu bakmak suçmuş gibi herkes olumsuza odaklı.
Hadi gelin şimdi test edelim. Rehberinizden 3 kişiye mesaj atın, “Nasılsın?” diye sorun. İkisi emin olun ki size şu cevaplardan birini verecek;
“Eh, idare eder”
“Nasıl olayım ülkenin durumu ortadayken” (mutlaka bir dışsal neden)
“B…k gibi”
İnsan bir noktada kendisini korumak zorunda. Her tip insan hayatımızda olacak herkesin üstünü çizmek doğru bir yaklaşım olmamakla birlikte küçük doz radyasyonlar size zarar vermeyebilir, ama sürekli(!) radyasyona maruz kalmak insanı nasıl öldürürse sürekli negatif insanlara maruz kalmak da insanı önce ruhen sonra da bedenen öldürür.
İnsan acısını, üzüntüsünü de seçmeli ya da ne kadar içselleştireceğini ayarlamalı. Bunu yaptığınızda duyarsız/kötü insan olmazsınız. Ve kimse bu tercihlerinden dolayı tukaka ilan edilemez. Çünkü hayat tek boyutlu bir olgu değil bütünsel bir var oluş hikayesi, duygular ve tepkiler bireysel.
Hayatınıza aldığınız insanları, izlediklerinizi, okuduklarınızı, dinlediklerinizi, paylaştıklarınızı, sohbet konularınızı iyi seçin ya da negatiflik dozunu iyi ayarlayın. Ayna nöronlarınız sayesinde siz de bir süre sonra onlara benzeyebilirsiniz farkında olmadan…Tıpkı benim ayna nöronlarımın fazla negatifliğe maruz kalıp, aynalama yapıp “iyiyim” kelimesinin “yoruldum” kelimesine dönüşmesi gibi…
Not : Merak etmeyin. Uzun zaman sonra laptobun başına geçip bu yazıyı yazdıysam BEN ÇOK İYİYİM!
Sevgiler,
Ayça Akın